Her insan, dünyaya geldiğinde özünde saf bir ışıkla gelir. Fakat yaşam dediğimiz yolculuk, bazen bu ışığın üzerine gölgeler düşürür. Duygusal travmalar, işte bu gölgelerin en derinleridir. Çocukken duyulmamış bir çığlık, reddedilmiş bir sevgi, beklenmedik bir terk ediliş… Hepsi bir iz bırakır. Ama bu izler, sandığımız gibi sadece acıdan ibaret değildir; aynı zamanda ruhun uyanış davetidir.
Travma, çoğu zaman bir kırılma noktası gibi görünse de aslında bir yeniden hatırlama kapısıdır. “Ben kimdim?”, “Ne arıyorum?”, “Ne hissediyorum?” sorularıyla yüzleştirir bizi. Ruh, unuttuğu parçalarını bu sarsıntılarda hatırlar. Her gözyaşı, kalbin üzerinde kurumuş bir kabuğu yumuşatır. Her yalnızlık, içimizdeki İlahi özü çağırır.
Ruhsal bakış açısında travma, sadece bir yara değil; bir öğretmen, bir kılavuzdur. O yaşanmasaydı, belki de içimizdeki şefkati keşfedemezdik. O kayboluşlar yaşanmasaydı, belki de “bulma” arzusuna uyanmazdık.
Ama iyileşmek, travmayı silmek değildir. Onunla el sıkışmaktır. Onunla dans etmektir. Onun bize neyi öğretmek istediğini dinlemektir. Çünkü her travma, ruhsal bir armağandır; sarılması gereken değil, okunması gereken bir mektup gibidir.
Ve bir gün… Yara kabuk bağladığında değil, ışık sızdığında iyileştiğimizi fark ederiz.
Yorumlar